De"miş

Desem nafile, demesem gönlüm razı değil -Fuzuli

Tuesday, June 17, 2008

Maskat’ın Yalnız Kaleleri

Toprak göz alabildiğine

dümdüz

çırılçıplak

ve kırmızı biber gibi acı

Batıda bir tek, uzun

kavak ağacı

Nazım Hikmet Ran

Yerel kıyafetli bir Maskatlı

Maskat Umman’ın başkenti bilmeyenler için. Umman ise Orta Doğu’nun sağ uç köşesine yerleşmiş; bir koluyla Umman Körfezi’ni, diğer bir koluyla Hint Okyanusu'nu sarmalayan bir sultanlık kendi halinde. Uzanmak, bulunmak, yerleşmek yerine sarmalamak eylemini tercih etmem; romantik lirizmimden ziyade kurtulup atamadığım, coğrafi bir takım gerçeklerden dolayı. Türkçe’de tam karşığı olmasa da, uzmanların exclave olarak adlandırdıkları siyasi coğrafya oluşumların en güzel 2 örneğini Umman haritasında görebilirsiniz. Türkçesi, dilimiz döndüğünce, bir ülkenin yabancı ülkeler ile kuşatılmış bölgesi diyelim.

Bir sahil evi

Açalım; kuzeydeki Musandam’a gitmek için başkent Maskat’ta yola çıktığınızda 4 tane gümrükten geçmeniz gerekiyor: GoodBye Oman, Welcome UAE, Goodbye UAE, Welcome Oman. Çünkü, Musandam ile Umman arasındaki topraklar Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait. Keza, kuzeydoğu kıyısındaki Madha’da Birleşik Arap Emirlikleri torakları içerisinde sıkışıp kalmış ikinci bir exclave. Durun daha bitmedi; daha da ilginci Madha sınırları içerisinde bir de Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait bir exclave var: Nahwa. Sharjah emirliğine bağlı bu ufak kasaba, 40 ev, 1 sağlık kliniği ve kendi telefon altyapısına sahip özerk bir toprak parçası. Sınırların Anglasaksonlar tarafında cetvel ile çizildiği kutsal topraklarda, böyle bir durum şüphe uyandıracak düzeyde ironik.

Ve sanki, birer uzvundan fedakarlık edip, elçi etmiş sırf sarıp sarmalasın diye Orta Doğu’nun hiç durulmayan sularını Umman, iş bu sebepten.

Sultan Qabos ibn Said Al Said (evet Qaboos), huzur ile hükmediyor ülkesine. Kabusun Türkçe’deki anlamından bahsettiğim Ummanlı gümrük memuresi, aynı kelimenin Arapça’da da benzer anlamlara tekabül ettiğini, ancak o kabus ile bu kabusun birbirinden çok ama çok farklı olduğunu, birinin gırtlaktan kükrer -ve hatta affınıza sığınarak- balgam çıkarır gibi telaffuz edilirken, berikinin söylenişinin kadife gibi yumuşak olduğunu ve bugüne kadar hiç ama hiç Sultan Qaboos ile bildiğimiz kabusu benzetmemiş olduğunu uzun uzun anlattı. Hatta aradaki telaffuz farkını anlamam içim birkaç kez bu iki kelimeyi yineledi. Nafile, sanırım bende bir idrak sorunu var, bana hepsi aynı geldi. Türk pasaportunu görünce Kıvanç Tatlıtuğ’u ne kadar sevdiğini, Gümüş dizisinin hiç bir bölümünü kaçırmadığını, Gümüş ekibinin Dubai seyahat planını da uzun uzun anlatıyordu ki, uçağa gitmem gerektiğini hatırlattım. Damgayı basmak aklına geldi.


Sultan Qaboos'un sarayı

Benzersiz dokusuyla gördüğüm hiçbir yüzey şekline benzemeyen, herbiri birer tektonik harika olan dağlar, petrol çıkarılmasını komşu Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne göre nispeten zorlaştırdığından; Sultanlık, şimdilik bu petrolü OPEC ülkelerinin de çıkarlarını gözeterek toprak altında tutmaya devam ediyor. Arz ve talep dengesinin bugünkü konumunda hoşnut olan Suudi Kralı da dostu Sultan Qaboos’u cömertce maddi manevi destekliyor-muş.

Minareler, o güzel minaraler. İslam’ın beşiği Orta Doğu’da -Kabe hariç- gördüğüm tüm camilerin sıradanlığı ve birbirinin tıpatıp aynı oluşuna o kadar alışmıştım ki; Maskat’ın her biri el emeği, her biri ayrı renk, ayrı desen rengarenk minareleri gözlerimi kamaştırdı. Mardin’den beri ilk kez, önünden yürüyüp geçerken durmak ve uzun uzun bakmak istedim bir minareye şuursuz.

O minarelerden bir tanesi..

Bir zamanlar gözlerini kırpmadan sessizce denizi izleyen ve nedense bir gün, üzerinde durdukları mihrapları, yokluklarına terkedip giden askerlerin gerilerinde bıraktıkları Maskat’ın yalnız kaleleri… Her tepede bir burç, her yükseklikte bir kale kalıntısı, her sığlıkta harap bir ev gözüme çarpıyor. Her bir taşın hikayesini anlamak istiyorum ayrı ayrı. Ve neden yapıldığını ve neden terkedildiğini her bir burcun.

Hint Okyanusu'na bakan burçlardan birtanesi

Adaları, rengarenk sualtı dünyası, girintili-çıkıntılı kıyı şeridi ve açık hava müzesi dağları ile Umman, ciddi bir turist potansiyeline evsahipliği yapıyor. Ama kim gelirse gelsin, kimin yolu düşerse düşsün bu topraklara; toprak göz alabildiğine, dümdüz, çırılçıplak, ve kırmızı biber gibi acı; vatansız ölen şairinin kendi vatanı olduğuna inandığı toprakların insanlarına methiyesinde dediği gibi.

Günbatımı

Maskat’ın yalnız kaleleri demiştim. Yalnızlık sensizlik olduğundan, Maskat’ın sensiz kaleleri mi demeliydim?

Diğer resimler için tıklayın.

mk

Sunday, February 24, 2008

Zürich

Ne zaman bir yaşam kalitesi araştırması yapsalar, ya Zürich 1. gelir ya Cenevre. Mimleyelim tam bu noktaya döneceğiz..

Her annenin başlıca şiarı çocuğunun masumiyeti korumaktır bence. İsviçre'nin böyle bir fonksiyonu var sanki Kıta Avrupası için. Her konuda nötr olmaktan yana olan İsviçre'nin bir ordusu yok. BM'ye 2002'de, Schengen'e ise 2005'te dahil oldular. Yalnız Schengen'e dahil oldular diye sevinmeyin, bu ülkeye girmek için, lacivert pasaportlu bir Türk vatandaşı olarak hem Swiss hem Schengen vizesi temin etmekle bilfiiil mükellefsiniz 2005 itibariyle.

Masumiyete geri dönersek, banka hesapları, kasalar ve sonsuz gizlilik ilkelerine değinmek durumunda kalacağız. Kimsenin ucunu bucağını bilmediği her hesabın bir sahibi var. Ve etik, ve compliance, ve corporate governance gibi kurallar; burada pek işlemiyor. Gizlerimizi bir sandığa koyduk, adı İsviçre olsun; günahlarımız İsviçre'ye emanet, biz masumuz.
















De ki tabu oynuyoruz; aşağıdaki kelimelere bakmadan İsviçre'yi anlatıyoruz:

Banka
Çikolata
Peynir
Çakı
Saat
ha bir de peynir. Biraz zorlanırız diyorum.





















1868'in soğuk bir kış gecesinde Patek Philippe'in kol saatini icadının ardından; İsviçre saatleriyle anılır olmuş. Bay Patek'in takipçileri gecikmemiş haliyle; Audemars Piguet, Baume et Mercier, Breitling, Chopard, Franck Muller, Jaeger-LeCoultre, Longines, Patek Philippe, Piaget, Rado, Rolex, TAG Heuer, Tissot, Vacheron Constantin. Evet hepsi İsviçre'li.
















Ordusu olmayan bir milletin İsviçre ordu çakılarıyla bu kadar meşhur olmasına aklım ermese de; fındığı bizden 3'e alıp, Toblerone olarak 10'a geri satan bir millettten ben herşeyi beklerim. Toblerone demişken, Tobler diye bir adamla tanışmıştım, İsviçreli. Şaka yapmıştım ismin Tobler ama bize bir çikolata getirmedin diye. Adam alındı. Meğer, Toblerone çikolataları gerçekten Tobler ailesininmiş. Ancak benim arkadaşım ailenin çikolatayla uğraşmayan bir kolundanmış. Bir de bu Tobler'ler çok büyük bir aileymiş, yılda bir kez toplu fotoğraf çekimi için toplanırlarmış. Enteresan bir mizansen.

Almanca, Fransızca ve İtalyanca konuşulan bu topraklarda politik görüşsüzlük ve sinirime dokunan herşeye nötr olma hali, dil ve kültür çokluğunun organik bir sonucu olabilir; bilemiyorum, sosyolog değilim ne yazık ki.
















Yerel yemekleri tatmak merakımdan burada da geri duramıyorum ve fondü tabağını kimseye kaptırmıyorum. Eriyen peynirinin kokusu ağır ağır siniyor her yerimize. Bir süre peynir yiyemezmişim gibi geliyor.
















İsviçre'yi Türkiye'de 4-2 yenip, bir de üstüne dayak attığımız geceden beri Türkler'le pek hoşlaşmıyorlar ne yazık ki. FIFA Genel Merkezi bile İsviçre'deyken nasıl olup da bu kadar pervasızız olabildik hala anlamıyorum.

Tabu listesine geri dönersek, İsviçre çikolata cenneti mi. Evet çikolata cenneti; lakin bu çikolataları (Nestle, Lindt, Toblerone vs.) dünyanın her yerinde az çok bulduğumuzdan olacak, çikolatacılara pek yüz vermiyoruz.





















Ben en çok gölü sevdim bu şehirde. Hele kuşlar... Şehrin bütün miskinliği, huzur ve sessizliği kuşlara da bulaşmış sanki. Kuğular yüzüyor gölde, martılar kurşun askerler gibi dizilmişler korkuluklara ve bir leylek görüyoruz yüksek bir çatıda. Bize küçükken leylekler göçer demişlerdi kışın, bu göçmemiş. Yani fazla huzur kuşu da bozmuş anlayacağınız, tecahül-i arif yapıyorum idare edin.



































Şimdi dönelim en başa, hani mimlemiştik ya. GDP'yi, banka hesaplarını, sosyal güvenliği,+ işaretli pasaportun tüm avantajlarını bir kenara koyalım. Vallahi keşmekeş-i İstanbul, yüzbin kere evladır, sadece huzurdan müteşekkil sessiz Zürich sokaklarına.

Ana caddesini yürüyorum Zürich'in boydan boya; Ermenegildo Zegna, Louis Vuitton, Hermes.. Sizi bilmem ama, benim canım sıkılıyor, arkamı dönüyorum, otele doğru adımlarımı sıklaştırıyorum.
















Ps: Bakmayın bu kadar negatif konuştuğuma, güzel yer Zürich eninde sonunda; ve hatta mutluluğu kaosta değil de huzurda bulanlara, illaki görün derim. Ne demiş şair:

Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri;
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.

Yahya Kemal Beyatlı

Resimler 1
Resimler 2

Ps: İsviçre'de yaşayan bir arkadaşımdan bir düzeltme geldi. İsviçre'nin ordusu var imiş. Ben sadece Vatikan'ı koruduklarını zannediyordum. Öyle değil imiş. Ve hatta herkese zorunlu imiş askerlik. Af buyurun, kusuruma bakmayın efendim. Teşekkürler OZ.

Monday, February 11, 2008

Brazil: The Blacker, The Greener/Brezilya: Daha Kara, Daha Yeşil

Brezilya’nın kapsadığı coğrafyanın içerisine 12 tane Türkiye yerleştirebiliyorsunuz. Aşağı yukarı Güney Amerika’nın tamamı Brezilya, öyle açıklayabiliriz.

Bütün Amerika İspanyolca konuşuyor zannedenler, yanılıyorlar, çünkü Brezilya Portekizce’nin ülkesi, ve deepnot dünyanın 5. büyük ülkesi.

Derin ne kadar karaysa, o kadar iyi futbol oynarsın, “the blacker, the better”… Plajda futbol oynanıyor mu, yoksa bu bir şehir efsanesi mi sorusunu Guadaraja plajlarında yerinde test ettim. Doğrudur, plajda futbol oynanıyor ama öyle ortalık küçük Ronaldinho'larla dolu değil. Renkle ilgili böyle bir ayrıma neden gidildiğini anlamak için, sokakta şöyle bir yürümeniz yeterli. Amazonların çeşitliliği, Brezilya’nın sokaklarına da yansımış. Çarşıdan aldım bir tane, Brezilya’ya geldim sayısız… Kapkaralar, şarışınlar, çingeneler, Almanlar, Portekizliler, İspanyollar, Arjantinliler; evet Arjantinliler. Arjantinliler ve Breziyalılar arasında neye dayandığını çözemediğim bir didişme var.

Çözemiyorum çünkü aralarında pek bir fark göremiyorum, aman ofisteki Brezilyalılar duymasın. Bilmeyenler için, 1. derece amirimin ve yegane çalışma arkadaşımın Brezilyalı olduğunu vurgulayayım. İkisin de adı Marco bu arada. Bu Marco Brezilya’da Mehmet gibi birşey herhalde.

Bir de Portekizliler var; bizim Temel fıkralarının benzerini Portekizliler hakkında anlatıyorlar.Sormayın, onu da anlamadım. Köklerini reddetme, kendince bir ulus-bütün oluşturma bilinçaltı olabilir mi? Bilmiyorum, antropolog değilim. Ama kültürel mirası eğreti, ortak bilinci zayıf, tarih kitapları ince olan ülkerin buldukları ilk köke sarılma ihtiyacı içinde olduklarını görerek öğreniyorum son zamanlarda.

Karadeniz yeşil olduğunu zannederdim. Sonra Amazonları gördüm, şiarım şaştı, değer yargılarımı azıcık ötelemek durumunda kaldım. Yani nasıl anlatsam anlatılmaz ama, şöyle bir örnek verelim. Campinas’tan yola çıkıyoruz Sao Paolo’ya. Yaklaşık 150 Km diyelim. Sağım, solum, gözümün gördüğü, uzak, yakın her yer ve herşey yeşil. Brezilya’nın bayrağı gibi. Bayrak derken; bayrağın yeşili, dünyanın en büyük yeşil alanına sahip ülkenin ormanlarını, mavisi mavi göğü, sarısı yerel bir çeşit kanaryayı, uçağın arkasına beze asılmış gibi duran “Ordem e Progresso” yazısı ise düzen ve ilerlemeyi vurguluyor. Kırmızı? Bu bayrakta hiç kırmızı yok. Komşularıyla didişmeyi sevseler de savaşmak akıllarına gelmemiş bugüne kadar.

Carpirinha? O da yeşil. Cachaça adı verilen, şeker kamışından yapılma sakeyi andıran bu sert içkiyi, ince doğranmış lime, kırık buz ve esmer şekerle karıştırdığınız zaman içimine doyulmaz, Mojito tadında ama çok daha sert bir kokteyl elde ediyoruz. Şimdi övünmek gibi olmasın ben iyi içerim. Ama söz konusu Carpirinha ise, iyi içerim diyen çok yiğit şakülü kaymış bir halde Samba yapmaya başlıyor. Brezilya ders 1: Bilmediğin birşeyi içerken haddini bilecekmişsin.

Sokakta samba yapılıyor mu? Evet yapılıyor. Ama bildiğiniz sambayı, ya da sambaya dair sallanan kıçlarla özleştirdiğiniz önyargıları bir kenara bırakın; çünkü samba ikiye ayrılıyor “old school” ve “new school” olmak üzere. New school sambaya televizyonda gördüklerinize benziyor. Old school samba ise bana en çok Leonard Cohen müziğini anımsattı. Biraz da naiv, biraz daha ince, o kadar.

Churrascaria'ya ayrı bir paragraf açmamız gerekiyor. Aslen bir Portekiz geleneği olsa da, bu işi kolonici Portekizliler'den daha iyi kıvıran Brezilyalılar, Churrascaria'yayı tüm dünyaya bir Brezilya geleneği olarak pazarlamayı başarmışlar. Yunanlılar en son Karagöz'le Hacivat'a mı göz dikmişti ne? Tabi yemşeşil ovalarda yetişen leziz damızlık hayvanların da, kısıtlı alanıyla Avrupa'nın sol köşesine sıkışmış Portekiz karşısında ciddi bir avantaj sağladığının altını çizmeliyiz.

Churrasco aslında barbekü demek. Churrascaria'da ölene şişene kadar et yemek üzerine kurulmuş bir rituel. Önünüzde bir tarafı yeşil bir tarafı kırmızı bir kart var. Öldüm deseniz, önünüzdeki kartı kırmızıya çevirmeden garsonlar durmuyor. Dananın her santimetrakesinin özel bir adı var ve ortalama Brezilyalı şıp diye ne neresidir, neresi az yağlıdır, neresi lezizdir söyleyiveriyor. Toplumsal bir ortak paydadan bu noktada bahsedebiliriz. O kadar sahile, plaja rağmen bu adamların bu ülkeyi nasıl böyle bir et cennetine dönüştürdüğünü ben tipik bir Ege çocuğu olarak anlayamasam da; finali Papaya Cream ile yapıyoruz. Hıncal Uluç Türkçesi'yle: Breh, Breh, Breh...

Dünyanın en büyük petrol yataklarından biri çok yakın zamanda Brezilya’da bulundu. Ama en popüler arabalar hala 1000 cc (1 lt) olanlar.

Pasaport kontrolünde resmime bakmadan damgayı basan ilk gümrük memuruna Brezilya’da rastladıysam da, çanta ve bavullar konusanda oldukça hassaslar. Bunun çok basit bir nedeni var. Bizim yapamadığızı yapıp IMF’i ülkelerinden kovmak üzereler. Amazonların yeşilini, George Washington’un yeşilinin üzerine koyuyorlar. İthal mallar üzerinde ciddi vergi var ve yerel imalat destekleniyor. Ülkeye gelen yatırımcılara yerlileştirme takvimleri sunuluyor. Brezilya ders 2: Milliyetçilik kan dökmekle olmuyormuş.

Emirates’in 15 saatlik uçuşunu tesadüfi bir upgrade ile business class yaptığımdan mütevelli altını çizmeden geçemeyeceğim bir kaç detay var. Abi koltuklar komple yatıyor! Önünde 21 inch LCD screen, 600 film, bir o kadar oyun ve müzik var! Noise cancelling kulaklıklar jet motorlarını susturuyor! Ve evet yaptım: “Şampanya ve havyar please”.

Emirates, keep discovering.

mk

 
Clicky Web Analytics