De"miş

Desem nafile, demesem gönlüm razı değil -Fuzuli

Saturday, November 18, 2023

Bir Mardin Menkıbesi

Bir Mardin Menkıbesi

Mezopotamya'ya yağmur yağıyordu. Kazvin'den kalkan, Tebriz'de iyice dolan, Nusaybin'de artık sırtında taşıdığı rahmeti daha ileri götüremeyeceğini anlayan kül rengi bulutlar, yükünü Mardin Ovası'nda toprağa kavuşturuyor. Sığındığım abbaranın altında, sıkı sıkı sarıldığım ceketimin kenarlarından içeriye sızan suların farkında değildim, uyuşmuştum. Sesim çıksın istiyordum ama yardıma kimse gelmiyordu.

Adını koyabildiğin hiçbir duyguyu yardıma çağıramazsın dedi. O yüzden doğru yoldasın. Zaten derdin bu kadar derin, hikayen bu kadar kadim, sen bu denli bitkinken; sanırmıydın ki, bir merhem sürelim, bir güzel yüz görelim, güneşin etrafında dönelim ve sonra iyi olalım?

Evliya bildiğim adam, elini omzuma koydu. Sen dedi, gözlerini Şehidiye Medresi'nin minaresine çevirdi, sustu. Sen uzun ve uzak bir yerde; mesela bir orman olsun dedi, orman semâhatlidir, yanlış bir yola girmişssin. Sonra bu yolda durmaksızın yürümüşsün. Çünkü sanmışsın ki sebat sırat-ı mûstakimdir, yani doğru yoldur. O yolda kaybolmuş, ne geri dönebilmiş, ne ilerleyebilmişsin. Ağzın konuşurken, gönlün susmuş, ruhun hep onu aramış; hülasa bulamamış, bulamadıkça daha da ileri yürümüş, ve işte bugün tam buraya, bu ana gelmiş.
Şimdi sana tekrar soruyorum Ademoğlu, sanırmısın ki derman yol gidenindir? Değildir, değildir ya.


 
 
Peki ne yapacağım diye düşündüm. Evliya duydu beni. Ben bu gece buraya, bu karanlık abbaraya, belki onu görürüm diye geldim. Sandım ki, sesini duysam, güneş gibi parlayan gülümsemesini görsem, beni bulacağım. Beni bir bulsam, belki oradan çıkmanın yolunu da bulabilirim sandım. Hatta kendime itiraf etmekten utansam da, belki tutar elimden o çıkarır beni sandım. Sanmasa mıydım?


Dübbüasgar tavanda asılı bir lamba gibi, kainat doğduğundan, Allahü Teâlâ yıldızlara, yerlere ve göklere ol dediğinden beri göktedir. Göğün en parlak yıldız kümesidir. Nice yolsuz yolcuyu yoluna koymuştur. Tanrı Dağları'nı aşıp Horasan'da soluklanan onca yolcu, en meyus, en ümitsiz karanlıklarda şirazelerini bu yıldız takımından almış; gökteki yıldızların yerdeki tezahürü gibi çil çil bu ovaya dağılmış onlarca ocaktan birine sığınmış, medeniyetler beşiği Mardin'de, yollarını bulmuşlardır. Bu yıldızların bize en yakını Anwar al Farkadain, en parlağı ise Şimal'dir. İkisi de senin gibi nice yolcu, bitmez denen nice dert, kavuşmaz zannedilen nice aşık görmüştür. Yolun Şimal'in yoludur.


Sanki evliya dur demişçesine, yağmur hafifledi, bulutlar çekildi. Gökte bembeyaz, kandil gibi ovayı aydınlatan bir ay peydah oldu. Mardin Ovası ayışında daha güzeldi, ama sen yoktun. Yüzümü kutup yıldızına çevirdim ve sulara bata çıka, taş evlerin arasında yürümeye koyuldum. Bazen iki duvar arasında mutlu bir ışık gördüm, kah bir köpek uludu uzaktan aya kızan, kah bir köy kahvesinin yanından geçerken; koca koca karanlık adamlar, sanki kimsenin duymasını istemedikleri kötücül bir planı, içlerinde tutamadıkları bir heyecanla birbirlerine fısıldadılar, ya da bir bebek ağladı uzakta, yönünü tayin edemedim, ve sonra sustu annesinin memesine kavuşunca. İşte ben tam bunları düşünür, zaman ve yönden bihaber Dübbüasgar'a yürürken, önce bir tepeye, sonra tepenin üzerinde dev bir taş kapıya vardım. Kapıyı çaldım. Beni Kasımiye Medresesi'ne buyur ettiler.



Dört duvar ortasında bir çeşme, çeşmenin suyunu akıttığı yerde bir havuz, havuzun içinde ay, ayın ruhumdaki yansımasında ise ne yaparsam yapayım onu gördüm. Evliya omzuma dokundu, irkildim. Ve anlattı; çeşmenin suyu doğumu, döküldüğü yer gençliğini, ince uzun oluk olgunluğu ve suların bir havuzda toplanması ölümü temsil eder. Daha sonra bu su kanallarla toprağa aktarılır ve bu da topraktan tekrar can bulur.

Peki tüm bu yolculukta aşk nerededir diye sordum? Aşk suyun kendisidir, o olmadan ne doğarız, ne büyürüz, ne de Hüda'ya kavuşuruz. Diz çöktüm. Yağmurun suyu ile hiç karışmamış gibi billur ve berrak o suda yüzümü yıkadım. Su içimdeki beni bana hatırlattı. Bildiğim ormanda bu defa bilmediğim bir yöne yürümek niyetiyle sabaha kadar Kasımiye Medresesi'nden, Mardin Ovası'nın o zahiri deniz görüntüsüne baktım. Sonra gün doğdu, Mezopotamya, sanki dün gece göğün tüm suyunu yutmamış gibi, sapsarı uyandı.



Yazıda az da olsa Kalat Mara efsanesinden esinlenilmiş, Paranın Cinleri'nden (Murathan Mungan, 1997) birkaç cümle alıntılanmıştır. Ama yine de her aşk menkıbesi kendine mahsus, kendine güzeldir.

Tuesday, October 10, 2023

6 ŞARKILIK SONATA

Great Ocean Road

Nerede olduğunu hatırlamıyorum ama, bir yerlerde yol yapmanın insanın ruhunu iyileştirdiğini okumuştum. 

Mustafa Kemal'in Samsun'a çıktığı sene yapımına başlanan Great Ocean Road, hiç bilmedikleri coğrafyalarda bir İngiliz ülküsü uğruna savaşan askerlerin, ANZAClar'ın anısına inşa edilen dünyanın en büyük savaş anıtı aslında. 

Sabahın ilk ışıklarında yola çıkıyorum. Nazım Türkçesi ile: "İşin en aşağılık tarafı şu ki yavrum, galiba yalnızlığa alışıyorum". Serin, yazdan kalma bir sonbahar sabahı, dünya sörf başkentlerinden Torquay'de bir yerlere park ediyorum. Rip Curl ve Quiksilver'in yaratıldığı şehir burası. Sert bir kahve, sörf müzesi ziyareti ve sonrası Bells Beach'e geliyorum. Yüzmeyin boğulursunuz yazıyor. Medeni insanlara teşekkür edip, denize doğru yürüyorum. Sanırım boyumun üç katı kadar bir dalga beni içine alıyor, nefesimi tutuyorum, yaşadıklarımı düşünüyorum, yaşmadıklarımı düşünüyorum, neden yüzmeyin dediklerini düşünüyorum. Sular çekilip, beni yassı bir taş gibi kıyıya attığında, hala nefes aldığım için aslında müteşekkir olduğumu farkediyorum. Kulağımda sabah yolda dinlediğim bir şarkı var: Swimmers.

Lorne'dan geçerken kumsalda ata binen birilerini görüyorum. Ne kadar güzel diye düşünüyorum aslında hayat, bir atın sırtında, okyanusun içinde, bir kadının göğsünde... Apollo Bay'de bir şeyler yemeğe karar veriyorum. Sanırım bir festival var. Yiyeceğimi paket yaptırıp, bir ailenin yanına geçiyorum. Tek başına arabayla gezen bir Türk olduğumu öğrendiklerinde soracak soru bulamayacak kadar şaşırıyorlar. Onlara bu toprakların asıl sahibi olan Gadubanud aborjinlerinden bahsettiğimde sessizleşiyorlar. Ahlaksızlıkların sessizlik ya da gürültü ile örtüldüğü modern dünyamızda konuyu değiştiriyoruz. Aileyi İzmir'e davet ediyorum. Gelibolu'ya geldikten sonra uğramaya söz veriyorlar. Ama sözlerini tutmayacaklar biliyorum. Olsun. Arabama biniyorum, radyoda Belle&Sebastian çalıyor. Sesi sonuna kadar açıyorum.

Yolda ağlayan bir koalaya, zaman zaman gruplar halinde zıplayan kangurulara rastlıyorum. Yolun en ünlü durağına geliyorum. 12 Apostles ya da 12 Havari olarak bilinen, okyanus ortasında zamana direnen bu kireçtaşı oluşumlar, büyük ihitimalle ben ölüp kireçtaşına dündükten sonra da varolmaya devam edecekler. Neden bilmiyorum ama çok güzeller.

Bir an dünyanın sonuna geldiğimi düşünüyorum. Zaman diyorum şimdi tam burada bu anda dursa, ve ben, ve sen, ve tüm sevdiklerimiz, bir ateş olsak, yansak ve kor olsak. Oysa varlığın sadece bir fikirdir diyor Rumi. Gerisi boştur, lafügüzaftır. Her gün bir yerden göçmek ne iyi, her gün bir yere konmak ne güzel. Airpodlarımda Madonna çalıyor yıllar sonra.


Yol boyunca sayısız deniz feneri görüyorum. Bu ulaşılmaz kıtayı keşfeden insanları, korsanları, askerleri ve kayalıklarda can veren onlarca talihsiz ruhu düşünüyorum. Birkaçı hariç çoğu hatırlanmıyor. Belki arkalarında büyük servetler bıraktılar, belki Asya'da bir yerlerde çocuklarının çocukları, şimdi büyük dedelerinin hatıralarından, mistik bir havayla, "..biliyor musun benim büyük büyük dedem.." diye başlayan cümlelerle bahsediyorlar. Benim bahsettiğim gibi.

Bir kumsala oturuyorum. Birşeyler okuyorum. Birşeyler içiyorum. Karşımda bir ada var, bildiğim adalara benzemiyor. Keşfeden kaptan karısının ismini vermiş: Lady Julia Percy Island. Bugün sadece deniz aslanlarına ve zaman zaman uğrayan Çinli turistlere ev sahipliği yapıyor. 


Kadife sesiyle Kings of Convenience bana aşktan, tutkudan ve teslimiyetten bahsediyor. Tekrar, tekrar, tekrar dinliyorum.

Akşam yemeğini Port Fairy'de yemeye karar veriyorum. Bir Türk restoranı buluyorum dünyanın sonunda. Bana Avustralyalı eşiyle nasıl tanıştığını, aslında memleketinde arıcılıkla uğraştığını, sonra burada da önce arıcılık yaptığını, ama arıcılıkta para olmadığından bu işe girdiğini anlatıyor. Tabağımı tekrar tekrar doldurmak istiyor. Rakı getiriyor. Menüyü ve formaliteyi bir kenara bırakıyoruz. Aslında evinden ve sevdiklerinden uzakta olma dışında hiçbir ortak özelliği olmayan iki adam şarkılar söylüyoruz bir süre sonra. Yıllar evvel, babamın pikabında ilk defa dinlediğim bir şarkı geliyor aklıma. Mırıldanarak arabama yürüyorum. Bu gece için farklı planlarım var.



Arabımı eğrelti otları ve okaliptüs ağaçlarının kapladığı Melba Gully'e sürüyorum. Ormanın derinliklerinde, sadece bu vadide yaşayan, ışık saçan solucanlar, geceyi bir kandil gibi aydınlatıyorlar. Arabamı park ediyorum. Sanırım mevsimden ötürü kimse yok. Orman giderek zifiri karanlığa bürünüyor. Her yer iyice karardıktan sonra el fenerimi alıp arabadan iniyorum. Sanırım biraz korkuyorum. Sonra kendi kendime neden korktuğumu soruyorum. Cevabını alamıyorum, sahi neden korkuyorum ki? Zifiri karanlıkta, yaklaşık bir kilometre kadar yürüyorum. Gözlerim yavaş yavaş hareket eden yapraklara, kulaklarımsa ormanın seslerine alışıyorlar. Dünyanın en güzel turkuaz parıltıları beni karşılıyor.



Geceyi arabamın arkasına attığım şişme yatakta geçiriyorum. Uykuya dalmadan önce sevdiğim şarkılar ormanı sarıyor, yalnızlığımı sarıyor, korkularımı kuşatıyor. Morrissey şarkıları gece kuşlarının seslerine eşlik ediyor. Yıldızlar o kadar çoklar, Samanyolu o kadar belirgin ki. En son ne zaman bu kadar yıldızı bir arada gördüğümü hatırlamaya çalışıyorum hatırlayamıyorum.

Great Ocean Road ("Büyük Okyanusya Yolu"), Avustralya'nın Victoria eyaletinde bulunan bir karayoludur. Yol, 26 Kasım 1932 tarihinde inşa edilmiş olup 240 km uzunluğundadır ve Torquay ve Allansford yerleşimlerini birbirine bağlamaktadır.

1919 ile 1932 yılları arasında I. Dünya Savaşı'ndan geri dönen askerler tarafından inşa edilen ve I. Dünya Savaşı sırasında ölen askerlere adanan yol, dünyanın en büyük savaş anıtıdır. Kıyı boyunca değişen arazilerde dolambaçlı ve On İki Havari kireçtaşı yığın oluşumları da dahil olmak üzere birçok önemli simge yapıya erişim sağlayan yol, bölgede önemli bir turistik cazibe merkezidir.

PS1: Yazıya konu tüm şarkılar için https://spotify.link/BnXhhZ8ZMDb

PS2: Uzun bir aradan sonra belki biri okur diye yine arada sırada yazmaya karar verdim. Sait Faik'in dediği gibi yazmasam deli olacaktım.


Saturday, March 28, 2009

Petra - Gül Renkli Şehir

Indiana Jones and the Last Crusade filminin sonlarına doğru, kutsal kadehin peşisıra maceradan maceraya koşan, formunun hala zirvesindeki Harrison Ford'un yolu Petra'dan geçer. Yıllar evvel; çocukluğumun verdiği saflıkla, var olmayan kırbacımı evimizin arka odasına doğru sallar ve olmayan düşmanları altederken, Petra'nın, günün her saati başka renk ışıldayan kayalıklarının arasında kaybolana dek tek başıma yürüyeceğimi nereden bilebilirdim?


Vadinin bittiği tapınağın göründüğü o an

Kırmızı-turuncu rengi kayalıkların arasına oyulmuş taştan bir şehir Petra. Varlığı nesilden nesile kulaktan kulağa aktarılmış; gerçekliği ise 1812 yılında İsveçli kaşif Johann Ludwig Burckhardt tarafından yeniden keşfedilene kadar bir mit olarak kalmış-saklı şehir.


Gül renkli şehir benzetmesi ise yine John William'ın Petra'ya yazdığı sonesinden kalan bir yafta aslında. Gerçekten de, sabahın ilk saatlerinde hiç bitmeyen bir dehliz gibi bana yol veren sarı renkli kayalar, güneş tepeye ulaştığında turuncuya, akşam ise gül kurusu ile pembe arası bir renge bürünüyor.

Ürdün askeri

Dünyanın yeni 7 harikasından biri olan Petra, 1985'den beri UNESCO'nun dünya mirasları listesinde ve dünyadaki en tuzlu su birikintisi olan Ölüdeniz'le birlikte Ürdün'ün en değerli hazinesi.


Ürdün, komşularının aksine hiçbir ciddi doğal kaynağa sahip değil. Ne petrolü var, ne doğalgazı, ne ekilecek toprağı, ne bir yeşilliği.. Bir de bunun üstüne, Filistin'den, Lübnan'dan, Suriye'den, Irak'tan kaçan ve sayısı milyonlarla ifade edilen mülteciye ev sahipliği yapıyor. Lakin etrafınıza baktığınızda ne zengin, ne fakir, ortahalli bir hayat görüyorsunuz. Şaşırtıcı.


Turizmi bir kenara ayırısak, ülke aslında geçimini kendisini çevreleyen topraklardaki bitmek tükenmek bilmeyen çatışmadan sağlıyor. Ürdün, tüm bu itiş-kakışın arasında bir güven limanı tesis edip; sorunlu körfez sermayesinin, Amerikan üslerinin, ciddi eğitim kurumlarının ve hülasa kendine huzur arayan herkesin buluştuğu bir kavşak vazifesi görüyor.


Günü, dünya üzerindeki tüm karaların en alçak noktası olan, Ölüdeniz'de tamamlıyorum. Göl deniz seviyesinin yaklaşık 400 metre altında kalıyor. Su o kadar tuzlu ki, içerisinde rahatça oturup (-evet oturup) gazetenizi okuyabiliyorsunuz. Etrafım gölün şifalı çamurundan medet uman turistlerle dolu.

Ölüdeniz'de gün batımı

Gün batıyor, Nabateanlar zamanında Petra'da geçen bir roman yazdığımı hayal ediyorum. Gözlerim suyun öteyanındaki Filistin ve İsrail'e doğru dalıp gidiyor. Bitmek bilmeyen çatışmaların altında dinin değil, kapitalin yattığına bir kez daha ikna oluyorum.

Diğer resimler için tıklayınız 1.
Diğer resimler için tıklayınız 2.

Tuesday, June 17, 2008

Maskat’ın Yalnız Kaleleri

Toprak göz alabildiğine

dümdüz

çırılçıplak

ve kırmızı biber gibi acı

Batıda bir tek, uzun

kavak ağacı

Nazım Hikmet Ran

Yerel kıyafetli bir Maskatlı

Maskat Umman’ın başkenti bilmeyenler için. Umman ise Orta Doğu’nun sağ uç köşesine yerleşmiş; bir koluyla Umman Körfezi’ni, diğer bir koluyla Hint Okyanusu'nu sarmalayan bir sultanlık kendi halinde. Uzanmak, bulunmak, yerleşmek yerine sarmalamak eylemini tercih etmem; romantik lirizmimden ziyade kurtulup atamadığım, coğrafi bir takım gerçeklerden dolayı. Türkçe’de tam karşığı olmasa da, uzmanların exclave olarak adlandırdıkları siyasi coğrafya oluşumların en güzel 2 örneğini Umman haritasında görebilirsiniz. Türkçesi, dilimiz döndüğünce, bir ülkenin yabancı ülkeler ile kuşatılmış bölgesi diyelim.

Bir sahil evi

Açalım; kuzeydeki Musandam’a gitmek için başkent Maskat’ta yola çıktığınızda 4 tane gümrükten geçmeniz gerekiyor: GoodBye Oman, Welcome UAE, Goodbye UAE, Welcome Oman. Çünkü, Musandam ile Umman arasındaki topraklar Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait. Keza, kuzeydoğu kıyısındaki Madha’da Birleşik Arap Emirlikleri torakları içerisinde sıkışıp kalmış ikinci bir exclave. Durun daha bitmedi; daha da ilginci Madha sınırları içerisinde bir de Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait bir exclave var: Nahwa. Sharjah emirliğine bağlı bu ufak kasaba, 40 ev, 1 sağlık kliniği ve kendi telefon altyapısına sahip özerk bir toprak parçası. Sınırların Anglasaksonlar tarafında cetvel ile çizildiği kutsal topraklarda, böyle bir durum şüphe uyandıracak düzeyde ironik.

Ve sanki, birer uzvundan fedakarlık edip, elçi etmiş sırf sarıp sarmalasın diye Orta Doğu’nun hiç durulmayan sularını Umman, iş bu sebepten.

Sultan Qabos ibn Said Al Said (evet Qaboos), huzur ile hükmediyor ülkesine. Kabusun Türkçe’deki anlamından bahsettiğim Ummanlı gümrük memuresi, aynı kelimenin Arapça’da da benzer anlamlara tekabül ettiğini, ancak o kabus ile bu kabusun birbirinden çok ama çok farklı olduğunu, birinin gırtlaktan kükrer -ve hatta affınıza sığınarak- balgam çıkarır gibi telaffuz edilirken, berikinin söylenişinin kadife gibi yumuşak olduğunu ve bugüne kadar hiç ama hiç Sultan Qaboos ile bildiğimiz kabusu benzetmemiş olduğunu uzun uzun anlattı. Hatta aradaki telaffuz farkını anlamam içim birkaç kez bu iki kelimeyi yineledi. Nafile, sanırım bende bir idrak sorunu var, bana hepsi aynı geldi. Türk pasaportunu görünce Kıvanç Tatlıtuğ’u ne kadar sevdiğini, Gümüş dizisinin hiç bir bölümünü kaçırmadığını, Gümüş ekibinin Dubai seyahat planını da uzun uzun anlatıyordu ki, uçağa gitmem gerektiğini hatırlattım. Damgayı basmak aklına geldi.


Sultan Qaboos'un sarayı

Benzersiz dokusuyla gördüğüm hiçbir yüzey şekline benzemeyen, herbiri birer tektonik harika olan dağlar, petrol çıkarılmasını komşu Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne göre nispeten zorlaştırdığından; Sultanlık, şimdilik bu petrolü OPEC ülkelerinin de çıkarlarını gözeterek toprak altında tutmaya devam ediyor. Arz ve talep dengesinin bugünkü konumunda hoşnut olan Suudi Kralı da dostu Sultan Qaboos’u cömertce maddi manevi destekliyor-muş.

Minareler, o güzel minaraler. İslam’ın beşiği Orta Doğu’da -Kabe hariç- gördüğüm tüm camilerin sıradanlığı ve birbirinin tıpatıp aynı oluşuna o kadar alışmıştım ki; Maskat’ın her biri el emeği, her biri ayrı renk, ayrı desen rengarenk minareleri gözlerimi kamaştırdı. Mardin’den beri ilk kez, önünden yürüyüp geçerken durmak ve uzun uzun bakmak istedim bir minareye şuursuz.

O minarelerden bir tanesi..

Bir zamanlar gözlerini kırpmadan sessizce denizi izleyen ve nedense bir gün, üzerinde durdukları mihrapları, yokluklarına terkedip giden askerlerin gerilerinde bıraktıkları Maskat’ın yalnız kaleleri… Her tepede bir burç, her yükseklikte bir kale kalıntısı, her sığlıkta harap bir ev gözüme çarpıyor. Her bir taşın hikayesini anlamak istiyorum ayrı ayrı. Ve neden yapıldığını ve neden terkedildiğini her bir burcun.

Hint Okyanusu'na bakan burçlardan birtanesi

Adaları, rengarenk sualtı dünyası, girintili-çıkıntılı kıyı şeridi ve açık hava müzesi dağları ile Umman, ciddi bir turist potansiyeline evsahipliği yapıyor. Ama kim gelirse gelsin, kimin yolu düşerse düşsün bu topraklara; toprak göz alabildiğine, dümdüz, çırılçıplak, ve kırmızı biber gibi acı; vatansız ölen şairinin kendi vatanı olduğuna inandığı toprakların insanlarına methiyesinde dediği gibi.

Günbatımı

Maskat’ın yalnız kaleleri demiştim. Yalnızlık sensizlik olduğundan, Maskat’ın sensiz kaleleri mi demeliydim?

Diğer resimler için tıklayın.

mk

Sunday, February 24, 2008

Zürich

Ne zaman bir yaşam kalitesi araştırması yapsalar, ya Zürich 1. gelir ya Cenevre. Mimleyelim tam bu noktaya döneceğiz..

Her annenin başlıca şiarı çocuğunun masumiyeti korumaktır bence. İsviçre'nin böyle bir fonksiyonu var sanki Kıta Avrupası için. Her konuda nötr olmaktan yana olan İsviçre'nin bir ordusu yok. BM'ye 2002'de, Schengen'e ise 2005'te dahil oldular. Yalnız Schengen'e dahil oldular diye sevinmeyin, bu ülkeye girmek için, lacivert pasaportlu bir Türk vatandaşı olarak hem Swiss hem Schengen vizesi temin etmekle bilfiiil mükellefsiniz 2005 itibariyle.

Masumiyete geri dönersek, banka hesapları, kasalar ve sonsuz gizlilik ilkelerine değinmek durumunda kalacağız. Kimsenin ucunu bucağını bilmediği her hesabın bir sahibi var. Ve etik, ve compliance, ve corporate governance gibi kurallar; burada pek işlemiyor. Gizlerimizi bir sandığa koyduk, adı İsviçre olsun; günahlarımız İsviçre'ye emanet, biz masumuz.
















De ki tabu oynuyoruz; aşağıdaki kelimelere bakmadan İsviçre'yi anlatıyoruz:

Banka
Çikolata
Peynir
Çakı
Saat
ha bir de peynir. Biraz zorlanırız diyorum.





















1868'in soğuk bir kış gecesinde Patek Philippe'in kol saatini icadının ardından; İsviçre saatleriyle anılır olmuş. Bay Patek'in takipçileri gecikmemiş haliyle; Audemars Piguet, Baume et Mercier, Breitling, Chopard, Franck Muller, Jaeger-LeCoultre, Longines, Patek Philippe, Piaget, Rado, Rolex, TAG Heuer, Tissot, Vacheron Constantin. Evet hepsi İsviçre'li.
















Ordusu olmayan bir milletin İsviçre ordu çakılarıyla bu kadar meşhur olmasına aklım ermese de; fındığı bizden 3'e alıp, Toblerone olarak 10'a geri satan bir millettten ben herşeyi beklerim. Toblerone demişken, Tobler diye bir adamla tanışmıştım, İsviçreli. Şaka yapmıştım ismin Tobler ama bize bir çikolata getirmedin diye. Adam alındı. Meğer, Toblerone çikolataları gerçekten Tobler ailesininmiş. Ancak benim arkadaşım ailenin çikolatayla uğraşmayan bir kolundanmış. Bir de bu Tobler'ler çok büyük bir aileymiş, yılda bir kez toplu fotoğraf çekimi için toplanırlarmış. Enteresan bir mizansen.

Almanca, Fransızca ve İtalyanca konuşulan bu topraklarda politik görüşsüzlük ve sinirime dokunan herşeye nötr olma hali, dil ve kültür çokluğunun organik bir sonucu olabilir; bilemiyorum, sosyolog değilim ne yazık ki.
















Yerel yemekleri tatmak merakımdan burada da geri duramıyorum ve fondü tabağını kimseye kaptırmıyorum. Eriyen peynirinin kokusu ağır ağır siniyor her yerimize. Bir süre peynir yiyemezmişim gibi geliyor.
















İsviçre'yi Türkiye'de 4-2 yenip, bir de üstüne dayak attığımız geceden beri Türkler'le pek hoşlaşmıyorlar ne yazık ki. FIFA Genel Merkezi bile İsviçre'deyken nasıl olup da bu kadar pervasızız olabildik hala anlamıyorum.

Tabu listesine geri dönersek, İsviçre çikolata cenneti mi. Evet çikolata cenneti; lakin bu çikolataları (Nestle, Lindt, Toblerone vs.) dünyanın her yerinde az çok bulduğumuzdan olacak, çikolatacılara pek yüz vermiyoruz.





















Ben en çok gölü sevdim bu şehirde. Hele kuşlar... Şehrin bütün miskinliği, huzur ve sessizliği kuşlara da bulaşmış sanki. Kuğular yüzüyor gölde, martılar kurşun askerler gibi dizilmişler korkuluklara ve bir leylek görüyoruz yüksek bir çatıda. Bize küçükken leylekler göçer demişlerdi kışın, bu göçmemiş. Yani fazla huzur kuşu da bozmuş anlayacağınız, tecahül-i arif yapıyorum idare edin.



































Şimdi dönelim en başa, hani mimlemiştik ya. GDP'yi, banka hesaplarını, sosyal güvenliği,+ işaretli pasaportun tüm avantajlarını bir kenara koyalım. Vallahi keşmekeş-i İstanbul, yüzbin kere evladır, sadece huzurdan müteşekkil sessiz Zürich sokaklarına.

Ana caddesini yürüyorum Zürich'in boydan boya; Ermenegildo Zegna, Louis Vuitton, Hermes.. Sizi bilmem ama, benim canım sıkılıyor, arkamı dönüyorum, otele doğru adımlarımı sıklaştırıyorum.
















Ps: Bakmayın bu kadar negatif konuştuğuma, güzel yer Zürich eninde sonunda; ve hatta mutluluğu kaosta değil de huzurda bulanlara, illaki görün derim. Ne demiş şair:

Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri;
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.

Yahya Kemal Beyatlı

Resimler 1
Resimler 2

Ps: İsviçre'de yaşayan bir arkadaşımdan bir düzeltme geldi. İsviçre'nin ordusu var imiş. Ben sadece Vatikan'ı koruduklarını zannediyordum. Öyle değil imiş. Ve hatta herkese zorunlu imiş askerlik. Af buyurun, kusuruma bakmayın efendim. Teşekkürler OZ.

Monday, February 11, 2008

Brazil: The Blacker, The Greener/Brezilya: Daha Kara, Daha Yeşil

Brezilya’nın kapsadığı coğrafyanın içerisine 12 tane Türkiye yerleştirebiliyorsunuz. Aşağı yukarı Güney Amerika’nın tamamı Brezilya, öyle açıklayabiliriz.

Bütün Amerika İspanyolca konuşuyor zannedenler, yanılıyorlar, çünkü Brezilya Portekizce’nin ülkesi, ve deepnot dünyanın 5. büyük ülkesi.

Derin ne kadar karaysa, o kadar iyi futbol oynarsın, “the blacker, the better”… Plajda futbol oynanıyor mu, yoksa bu bir şehir efsanesi mi sorusunu Guadaraja plajlarında yerinde test ettim. Doğrudur, plajda futbol oynanıyor ama öyle ortalık küçük Ronaldinho'larla dolu değil. Renkle ilgili böyle bir ayrıma neden gidildiğini anlamak için, sokakta şöyle bir yürümeniz yeterli. Amazonların çeşitliliği, Brezilya’nın sokaklarına da yansımış. Çarşıdan aldım bir tane, Brezilya’ya geldim sayısız… Kapkaralar, şarışınlar, çingeneler, Almanlar, Portekizliler, İspanyollar, Arjantinliler; evet Arjantinliler. Arjantinliler ve Breziyalılar arasında neye dayandığını çözemediğim bir didişme var.

Çözemiyorum çünkü aralarında pek bir fark göremiyorum, aman ofisteki Brezilyalılar duymasın. Bilmeyenler için, 1. derece amirimin ve yegane çalışma arkadaşımın Brezilyalı olduğunu vurgulayayım. İkisin de adı Marco bu arada. Bu Marco Brezilya’da Mehmet gibi birşey herhalde.

Bir de Portekizliler var; bizim Temel fıkralarının benzerini Portekizliler hakkında anlatıyorlar.Sormayın, onu da anlamadım. Köklerini reddetme, kendince bir ulus-bütün oluşturma bilinçaltı olabilir mi? Bilmiyorum, antropolog değilim. Ama kültürel mirası eğreti, ortak bilinci zayıf, tarih kitapları ince olan ülkerin buldukları ilk köke sarılma ihtiyacı içinde olduklarını görerek öğreniyorum son zamanlarda.

Karadeniz yeşil olduğunu zannederdim. Sonra Amazonları gördüm, şiarım şaştı, değer yargılarımı azıcık ötelemek durumunda kaldım. Yani nasıl anlatsam anlatılmaz ama, şöyle bir örnek verelim. Campinas’tan yola çıkıyoruz Sao Paolo’ya. Yaklaşık 150 Km diyelim. Sağım, solum, gözümün gördüğü, uzak, yakın her yer ve herşey yeşil. Brezilya’nın bayrağı gibi. Bayrak derken; bayrağın yeşili, dünyanın en büyük yeşil alanına sahip ülkenin ormanlarını, mavisi mavi göğü, sarısı yerel bir çeşit kanaryayı, uçağın arkasına beze asılmış gibi duran “Ordem e Progresso” yazısı ise düzen ve ilerlemeyi vurguluyor. Kırmızı? Bu bayrakta hiç kırmızı yok. Komşularıyla didişmeyi sevseler de savaşmak akıllarına gelmemiş bugüne kadar.

Carpirinha? O da yeşil. Cachaça adı verilen, şeker kamışından yapılma sakeyi andıran bu sert içkiyi, ince doğranmış lime, kırık buz ve esmer şekerle karıştırdığınız zaman içimine doyulmaz, Mojito tadında ama çok daha sert bir kokteyl elde ediyoruz. Şimdi övünmek gibi olmasın ben iyi içerim. Ama söz konusu Carpirinha ise, iyi içerim diyen çok yiğit şakülü kaymış bir halde Samba yapmaya başlıyor. Brezilya ders 1: Bilmediğin birşeyi içerken haddini bilecekmişsin.

Sokakta samba yapılıyor mu? Evet yapılıyor. Ama bildiğiniz sambayı, ya da sambaya dair sallanan kıçlarla özleştirdiğiniz önyargıları bir kenara bırakın; çünkü samba ikiye ayrılıyor “old school” ve “new school” olmak üzere. New school sambaya televizyonda gördüklerinize benziyor. Old school samba ise bana en çok Leonard Cohen müziğini anımsattı. Biraz da naiv, biraz daha ince, o kadar.

Churrascaria'ya ayrı bir paragraf açmamız gerekiyor. Aslen bir Portekiz geleneği olsa da, bu işi kolonici Portekizliler'den daha iyi kıvıran Brezilyalılar, Churrascaria'yayı tüm dünyaya bir Brezilya geleneği olarak pazarlamayı başarmışlar. Yunanlılar en son Karagöz'le Hacivat'a mı göz dikmişti ne? Tabi yemşeşil ovalarda yetişen leziz damızlık hayvanların da, kısıtlı alanıyla Avrupa'nın sol köşesine sıkışmış Portekiz karşısında ciddi bir avantaj sağladığının altını çizmeliyiz.

Churrasco aslında barbekü demek. Churrascaria'da ölene şişene kadar et yemek üzerine kurulmuş bir rituel. Önünüzde bir tarafı yeşil bir tarafı kırmızı bir kart var. Öldüm deseniz, önünüzdeki kartı kırmızıya çevirmeden garsonlar durmuyor. Dananın her santimetrakesinin özel bir adı var ve ortalama Brezilyalı şıp diye ne neresidir, neresi az yağlıdır, neresi lezizdir söyleyiveriyor. Toplumsal bir ortak paydadan bu noktada bahsedebiliriz. O kadar sahile, plaja rağmen bu adamların bu ülkeyi nasıl böyle bir et cennetine dönüştürdüğünü ben tipik bir Ege çocuğu olarak anlayamasam da; finali Papaya Cream ile yapıyoruz. Hıncal Uluç Türkçesi'yle: Breh, Breh, Breh...

Dünyanın en büyük petrol yataklarından biri çok yakın zamanda Brezilya’da bulundu. Ama en popüler arabalar hala 1000 cc (1 lt) olanlar.

Pasaport kontrolünde resmime bakmadan damgayı basan ilk gümrük memuruna Brezilya’da rastladıysam da, çanta ve bavullar konusanda oldukça hassaslar. Bunun çok basit bir nedeni var. Bizim yapamadığızı yapıp IMF’i ülkelerinden kovmak üzereler. Amazonların yeşilini, George Washington’un yeşilinin üzerine koyuyorlar. İthal mallar üzerinde ciddi vergi var ve yerel imalat destekleniyor. Ülkeye gelen yatırımcılara yerlileştirme takvimleri sunuluyor. Brezilya ders 2: Milliyetçilik kan dökmekle olmuyormuş.

Emirates’in 15 saatlik uçuşunu tesadüfi bir upgrade ile business class yaptığımdan mütevelli altını çizmeden geçemeyeceğim bir kaç detay var. Abi koltuklar komple yatıyor! Önünde 21 inch LCD screen, 600 film, bir o kadar oyun ve müzik var! Noise cancelling kulaklıklar jet motorlarını susturuyor! Ve evet yaptım: “Şampanya ve havyar please”.

Emirates, keep discovering.

mk

Thursday, December 27, 2007

Mozambik-Afrika'nın Vegas'ı















"Fakir ama gururlu", Türk filmi gibi Mozambik. Koloniler döneminde altın çağını yaşamış, iç savaş sonrası beyaz adamı vatanından kovmuş ve durmuş...

Durmuş derken, gerçekten durmuş. Portekizliler'in Mozambik'i terk ettiği gün ne varsa bugün bir toz perdesi altında, o zamanların deyişiyle Afrika'nın Vegas'ında.

Nerde bu Mozambik derseniz, hani Madagaskar diye bir ada var ya Afrika'nın sağ alt köşesinde; yer olarak az çok onun tam karşısına tekabül ediyor. Ufka uzun uzun baktım ama Madagaskar gözükmüyor.

Sıtma, en öldürücü hastalık; HIV virüsü taşıma oranı yüzde 40; ama insanlar neşeyle bira içip, mangalda balık yapıp sahilde dans ediyorlar (biraz bize mi benziyorlar nedir).

Portekiz pasaportu olup da Mozambik'i vatanı bellemiş enteresan bir komün var. Talihsiz bir "justification" hezeyanıyla heyecanlı heyecanlı ne kadar da güzel bir ülke olduklarını, nehirlerini, kumsallarını, tropik tatil merkezlerini anlatıp durdular bana. Yoktu aslında gerek, anladım ben, koklayınca belli oluyor neyin ne olduğu.. Ben mesela bıraktım artık İzmir'i, İstanbul'u turiste anlatmayı 3-5 maddede özet geçiyorum:
- Antik dünyanın 7 harikası var ya (Köln Katadreli, Burj Al Arab, Eiffel bunlardan biri değildir); hah onların biri İzmir'de, ötekisi de İzmir'e 3 saat mesafede.
- Benim annem senin geleneksel dediğin mutfağındaki yemek sayısının 2 katı kadar falan farklı ot biliyor, ayırdedebiliyor hatta pişiriyor.
- Dünyanın ilk kilisesi ve Hz. Meryem'in evi İzmir'dedir.
- İstanbul 2010 kültür başkentidir, 2 kıtaya oturmuştur, Ortadoksların Vatikan'ıdır, 2 nedenden dolayı metrosu yoktur; 1) finansman 2) kazma sürecinde bulunan antik eserlerin Kültür Bakanlığı'na dert olması.















Deniz ürünü, bira, mojito 3leminde yaşlanılası bir yer başkent Maputo. Bir de bavulum kaybolmasıydı.. Teşekkürler South African Airlines; sayenizde Dubai'den Mozambik'e gelip giyim alışverişi yapan ilk Türk olarak sanırım yakın tarihe geçmiş bulunuyorum.

Arkadan başkan gelirken arabaların kaldırımlara çıkarak yol vermesi, saygıdan değil g.t korkusundan diyelim. İç savaş zamanında yol vermeyeni kibarca vuruyorlarmış. Ambulans geçerken kimse kimse vurmadığından, benzer bir hareketlenmeye ne yazık ki şahit olmuyoruz. Life expectancy 40 olduğundan mütevelli, insanlar istatistiklere çok fazla müdahale etmek istemiyorlar herhalde diyorum ve sinek kovucuyla ayaklarımı bir kez daha güzelce ovuyorum.















2 yıl önce, şehre 10 km mesafeye yerleştirilmiş bir askeri depoyu soymak isteyen hırsızlar, yanlışlıkla bir bombanın patlamasına neden olmuşlar. Biraz daha açalım. İddia o ki, bombaların üzerindeki geri sayma mekanizmaları içerisinde civa maddesi kullanılıyormuş ve cin arkadaşlar civanın 1 okkasının kaç para olduğunu duydukları vakit niyeti bozmuşlar, ucunu bucağını kimsenin bilmediği, envanterinin en son Portekiz krallıkken yapıldığından emin olduğumuz bu alana işbu civayı çalmak için girmişler. İlk patlamayı takiben 24 saat boyunca, başkent Maputo'da tek bir sağlam cam (arabalarınki hariç), kalmamış. 10 km uçarak denize düşen şaramplen parçaları, elbette yalnız denize düşmemiş. Tam 24 saat, bombalar aralıksız tam 24 saat patlamış ve susmuş. life expectancy 40 demiştim değil mi? Binaaleyh, başkan televizyona çıkmış, hızlı tren faciası sonrası Sayın Ulaştırma Bakanımız'ın yaptığına benzer bir açıklama yapmış. Halk bir anda ferahlamış, kafası gözü şaramplenle yarılan ama hala elleri tutan herkes bir alkış tutmuş. Sahi siz hiç duydunuz mu Türkiye'de böyle birşey, ben duymadım da.. Zaten "Dramatic Deviation of Turkish and International Papers" diye bir makale yazmak istiyorum; lakin yok mudur bir Gazetecilik doktorası yapan gönüllü arkadaş, bizi biraz aydınlatsın.

İlk kez okyanusa bakıyorum. Hem de uzun uzun. Uzakta tropik bir fırtına kopuyor, şimşekler yeri göğü ve irili ufaklı adaları aydınlatıyor bir an. Sonra yerle göğün birleştiği çizgi ve etrafındakiler bir sonraki şimşek gecenin sessizliğini yırtana kadar karanlığa gömülüyorlar. Papaya yiyorum (dolapta yiyecek başka birşey olmadığından), bira içiyorum (nerede yapıldığını bilmesem de) ve ürperiyorum.















Anahtarımı en az 6 kere çevirdim. Evimin kapısı kale gibi. Sessiz, kapkara bir Afrikalı gelecek sabah. Kendince bir kahvaltı hazırlayacak. Sözlerle olmasa da anlaşacağız, ve teşekkür edeceğim.

Diğer resimler için tıklayın.

Posted by Picasa
 
Clicky Web Analytics