Bir Mardin Menkıbesi
Mezopotamya'ya yağmur yağıyordu. Kazvin'den kalkan, Tebriz'de iyice dolan, Nusaybin'de artık sırtında taşıdığı rahmeti daha ileri götüremeyeceğini anlayan kül rengi bulutlar, yükünü Mardin Ovası'nda toprağa kavuşturuyor. Sığındığım abbaranın altında, sıkı sıkı sarıldığım ceketimin kenarlarından içeriye sızan suların farkında değildim, uyuşmuştum. Sesim çıksın istiyordum ama yardıma kimse gelmiyordu.
Adını koyabildiğin hiçbir duyguyu yardıma çağıramazsın dedi. O yüzden doğru yoldasın. Zaten derdin bu kadar derin, hikayen bu kadar kadim, sen bu denli bitkinken; sanırmıydın ki, bir merhem sürelim, bir güzel yüz görelim, güneşin etrafında dönelim ve sonra iyi olalım?
Evliya bildiğim adam, elini omzuma koydu. Sen dedi, gözlerini Şehidiye
Medresi'nin minaresine çevirdi, sustu. Sen uzun ve uzak bir yerde;
mesela bir orman olsun dedi, orman semâhatlidir, yanlış bir yola
girmişssin. Sonra bu yolda durmaksızın yürümüşsün. Çünkü sanmışsın ki
sebat sırat-ı mûstakimdir, yani doğru yoldur. O yolda kaybolmuş, ne geri
dönebilmiş, ne ilerleyebilmişsin. Ağzın konuşurken, gönlün susmuş,
ruhun hep onu aramış; hülasa bulamamış, bulamadıkça daha da ileri
yürümüş, ve işte bugün tam buraya, bu ana gelmiş.
Şimdi sana tekrar soruyorum Ademoğlu, sanırmısın ki derman yol gidenindir? Değildir, değildir ya.
Dübbüasgar tavanda asılı bir lamba gibi, kainat doğduğundan, Allahü Teâlâ yıldızlara, yerlere ve göklere ol dediğinden beri göktedir. Göğün en parlak yıldız kümesidir. Nice yolsuz yolcuyu yoluna koymuştur. Tanrı Dağları'nı aşıp Horasan'da soluklanan onca yolcu, en meyus, en ümitsiz karanlıklarda şirazelerini bu yıldız takımından almış; gökteki yıldızların yerdeki tezahürü gibi çil çil bu ovaya dağılmış onlarca ocaktan birine sığınmış, medeniyetler beşiği Mardin'de, yollarını bulmuşlardır. Bu yıldızların bize en yakını Anwar al Farkadain, en parlağı ise Şimal'dir. İkisi de senin gibi nice yolcu, bitmez denen nice dert, kavuşmaz zannedilen nice aşık görmüştür. Yolun Şimal'in yoludur.
Sanki evliya dur demişçesine, yağmur hafifledi,
bulutlar çekildi. Gökte bembeyaz, kandil gibi ovayı aydınlatan bir ay
peydah oldu. Mardin Ovası ayışında daha güzeldi, ama sen yoktun. Yüzümü
kutup yıldızına çevirdim ve sulara bata çıka, taş evlerin arasında
yürümeye koyuldum. Bazen iki duvar arasında mutlu bir ışık gördüm, kah bir köpek uludu uzaktan aya kızan, kah bir köy kahvesinin yanından
geçerken; koca koca karanlık adamlar, sanki kimsenin duymasını
istemedikleri kötücül bir planı, içlerinde tutamadıkları bir heyecanla
birbirlerine fısıldadılar, ya da bir bebek ağladı uzakta, yönünü tayin
edemedim, ve sonra sustu annesinin memesine kavuşunca. İşte ben tam
bunları düşünür, zaman ve yönden bihaber Dübbüasgar'a yürürken, önce bir
tepeye, sonra tepenin üzerinde dev bir taş kapıya vardım. Kapıyı
çaldım. Beni Kasımiye Medresesi'ne buyur ettiler.
Dört duvar
ortasında bir çeşme, çeşmenin suyunu akıttığı yerde bir havuz, havuzun
içinde ay, ayın ruhumdaki yansımasında ise ne yaparsam yapayım onu
gördüm. Evliya omzuma dokundu, irkildim. Ve anlattı; çeşmenin suyu
doğumu, döküldüğü yer gençliğini, ince uzun oluk olgunluğu ve suların
bir havuzda toplanması ölümü temsil eder. Daha sonra bu su kanallarla
toprağa aktarılır ve bu da topraktan tekrar can bulur.
Peki tüm
bu yolculukta aşk nerededir diye sordum? Aşk suyun kendisidir, o olmadan
ne doğarız, ne büyürüz, ne de Hüda'ya kavuşuruz. Diz çöktüm. Yağmurun
suyu ile hiç karışmamış gibi billur ve berrak o suda yüzümü yıkadım. Su
içimdeki beni bana hatırlattı. Bildiğim ormanda bu defa bilmediğim bir
yöne yürümek niyetiyle sabaha kadar Kasımiye Medresesi'nden, Mardin
Ovası'nın o zahiri deniz görüntüsüne baktım. Sonra gün doğdu,
Mezopotamya, sanki dün gece göğün tüm suyunu yutmamış gibi, sapsarı
uyandı.
Yazıda az da olsa Kalat Mara efsanesinden esinlenilmiş, Paranın Cinleri'nden (Murathan Mungan, 1997) birkaç cümle alıntılanmıştır. Ama yine de her aşk menkıbesi kendine mahsus, kendine güzeldir.